28 Aralık 2009 Pazartesi

Etkili İnsanlarin Alışkanlıkları

1. PROAKTİF OL
2. SONUNU DÜŞÜNEREKİŞE BAŞLA
3. ÖNEMLİ İŞLERE ÖNCELIK VER
4. KAZAN-KAZANDİYE DÜŞÜN
5. ÖNCE ANLAMAYA, SONRA ANLAŞILMAYA ÇALIŞ
6. SİNERJİ YARAT
7. BALTAYI BİLE
8. SESİNİ BUL VE İNSANLARAKENDİ SESLERİNİ BULMALARIİÇİN İLHAM VER
Kişisel Vizyon İlkeleriBu kitabı okurken kendinize dıştan bakmayı deneyin. Bilincinizi yukarıya, odanın bir köşesine doğru yollayıp kendinizi, kitabı okurken görmeye çalışın. Kendinize, hemen hemen bir başkası gibi bakabilir misiniz?Biz, duygularımızdan ibaret değiliz. Ruhsal durumlarımızdan da ibaret değiliz. Hatta düşüncelerimizden de ibaret değiliz. Bütün bunları düşünebiliyor olmamız, bizi bunlardan da, hayvanlar dünyasından da ayırır. Özbilincimiz, dışarıdan bakıp kendimizi nasıl “gördüğümüz”ü; yani, etkili olmanın en temel paradigması olan kendi paradigmamızı incelememizi sağlar. Aslında üç toplumsal harita; insan doğasını açıklayan, birbirinden bağımsız olarak ya da bir arada kabul gören üç determinizm (belirleyicilik) kuramı vardır. 1. Genetik (kalıtsal) determinizm, doğanızı temelde atalarınıza borçlu olduğunuzu söyler. Bu nedenle çabuk öfkeleniyorsunuz. Atalarınız da çabuk öfkelenirdi ve bu sizin DNA’nızda var. Örneğin İrlandalı iseniz, İrlandalıların doğası gereği, çabuk öfkelenmek sizin kanınızda var demektir.2. Psişik (ruhsal) determinizm, aslında her şeye annenizle babanızın neden olduğunu söylüyor. Yetiştirilme tarzınız, çocukluk deneyimleriniz, temelde karakter yapınızı ve kişisel eğilimlerinizi belirliyor. Bu nedenle bir topluluk karşısına çıkmaktan korkuyorsunuz. Annenizle babanız sizi böyle yetiştirmişler. Bir hata yaptığınız zaman kendinizi alabildiğine suçlu hissediyorsunuz, çünkü benliğinizin derinliklerinde çok savunmasız, zayıf ve bağımlı olduğunuz sırada içinize yer eden o duygusal senaryoyu “hatırlıyorsunuz”. 3. Çevresel determinizm temelde her şeye patronunuzun ya da eşinizin, ya da o şımarık yeni yetmenin ya da ekonomik durumunuzun ya da milli siyasetin neden olduğunu söylüyor. Durumuzdan, çevrenizdeki biri ya da bir şey sorumlu.Proaktif Model“Proaktivite”nin Tanımı: Proaktivite sözcüğü, iş yönetimi literatüründe oldukça sık rastlanılan, ancak birçok sözlükte yer almayan bir sözcüktür. İnisiyatifi ele almaktan çok daha öte bir anlamı vardır: İnsan olarak, kendi yaşamlarımızdan sorumlu olduğumuzu ifade eder. Davranışlarımız, koşullarımızın değil, kararlarımızın işlevidir. Değerlerimizi duygularımızdan üstün tutabiliriz. Bazı şeylerin olması için hem inisiyatifimiz vardır, hem de sorumluluğumuz.Doğamız gereği proaktif yaratıklarız. Reaktif insanlar, çoğu zaman fiziksel çevrelerinden etkilenirler. Hava iyiyse onlar da kendilerini iyi hissederler. Hava iyi değilse, bu, tutumlarını ve çalışmalarını etkiler. Proaktif insanlar ise, havalarını birlikte taşıyabilir. Hava açmış, ya da yağmur yağmış, onlar için fark etmez. Onları gerçek değerler etkiler. Kaliteli iş çıkarmaya değer veriyorlarsa, bunun, havanın uygun olup olmamasıyla bir ilgisi yoktur.Reaktif insanlar toplumsal çevrelerinden, “toplumsal hava”dan da etkilenir.Reaktif insanlar, duygusal yaşamlarının merkezi olarak başkalarının davranışlarını seçer, diğer insanların zayıflıklarının kendilerini denetlemesine izin verirler.Bir değeri anlık bir dürtünün önüne geçirme yeteneği, proaktif bir insanın özünü oluşturur. Reaktif insanları yöneten duygular, koşullar, olaylar ve çevreleridir. Proaktif insanı ise, değerler; dikkatle düşünülmüş, seçilmiş ve sindirilmiş değerler yönetir.Proaktif insanlar da fiziksel, toplumsal ya da psikolojik dış dürtülerden etkilenir. Ancak onların dürtülere bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde verdikleri tepki, değere dayanan bir seçim ya da tepkidir.Eleanor Roosevelt’in dediği gibi: “İzniniz olmadıkça kimse size zarar veremez.” Ya da Gandi’nin dediği gibi: “Biz kendi elimizle teslim etmedikçe, onlar özsaygımızı alamazlar.”Bize zarar veren, başımıza gelenler değil, onlara gösterdiğimiz tepkidir. Kuşkusuz, bazı şeyler bize fiziksel ya da ekonomik açıdan zarar verip kederlenmemize yol açarlar. Ancak karakterimizin, temel kimliğimizin zarar görmesine hiç gerek yoktur.İnisiyatifi Ele AlmakDoğamızın temelinde yatan, edilginlik değil, etkinliktir. Bu, hem belirli koşullara göstereceğimiz tepkiyi seçmemizi sağlar, hem de koşulları yaratmak için bize güç verir.İnisiyatifi ele almak; saldırgan, tiksindirici ya da itici olmak demek değildir. Olayların gelişimindeki sorumluluğumuzu kabullenmek demektir. Birçok kişi bir şeyler olmasını ya da birinin kendileriyle ilgilenmesini bekler. Ama sonuçta iyi işlere girenler, sorun yaratan değil, sorunlara çözüm getiren, gerekeni yapmak için inisiyatifi ele alan, işini yaparken doğru ilkelere uyan kişilerdir.Tabii, kişinin olgunluk düzeyini de hesaba katmamız gerekir. Duygusal bakımdan bağımlı olan kişilerden yüksek derecede yaratıcı bir işbirliği bekleyemeyiz. İnisiyatifini kullanabilen kişilerle kullanamayanlar arasındaki fark, gerçekten de geceyle gündüz arasındaki fark gibidir.İş kuruluşları, halk toplulukları, aileler de dahil olmak üzere her türlü kurum proaktif olabilir. Proaktif kişilerin yaratıcılık ve beceri güçlerini bir araya getirecek kurum içerisinde proaktif bir kültür yaratabilirler. Kurumun çevreye boyun eğmesi gerekmez; ilgili kişilerin ortak değer ve amaçlarını değerlendirmek için inisiyatifi ele alabilir.Tutum ve davranışlarımız paradigmalarımızdan kaynaklandığına göre, onları incelemek için özbilincimizden yararlanırsak, içlerinde temel haritalarımızın niteliklerini görebiliriz. Örneğin, kullandığımız dil, kendimizi ne ölçüde proaktif bir insan olarak gördüğümüzün çok gerçek bir göstergesidir.Reaktif Dil Proaktif DilYapabileceğim hiçbir şey yok. Seçeneklerimize bir bakalım.İşte ben böyleyim. Farklı bir yaklaşımı seçebilirim.Beni öyle kızdırıyor ki. Duygularımı kontrol edebilirim.Buna izin vermezler. Ben etkili bir sunuş yapabilirim.Bunu yapmam gerekiyor. Uygun bir tepkiyi seçeceğim.Yapamam. Seçerim.Yapmalıyım. Yeğliyorum.Keşke. Yapacağım.Reaktif dille ilgili ciddi bir sorun, onun kendi kendisini doğrulayan bir kehanet olmasıdır. İnsanlar, inanmaları gereken paradigmaya güçlü bir biçimde bağlanır ve bu inançlarını desteklemek için de kanıtlar gösterirler. Gitgide kendilerini yenilmiş ve denetimden çıkmış, yaşamlarını ya da kaderlerini yönlendirmekten aciz biri gibi hissederler. Dış güçleri suçlarlar. Koşulları, başkalarını, hatta yıldızları bile. Düştükleri durumdan onları sorumlu tutarlar.İlgi Alanı/Etki AlanıKendi proaktivite derecemizi daha iyi kavramak için mükemmel bir yol da, zaman ve enerjimizin odak noktasına bakmaktır. Hepimiz bir dizi şeyle ilgileniriz: Sağlığımız, çocuklarımız, iş yerindeki sorunlarımız, ulusal borç, nükleer savaş. Bunları, zihinsel ya da duygusal açıdan bizim için önem taşımayan şeylerden, bir “İlgi Alanı” yaratarak ayırabiliriz.Diğer yandan reaktif insanlar, çabalarına odak noktası olarak ilgi Alanı’nı seçerler. Dikkatlerini başkalarının zayıflıklarına, çevredeki sorunlara ve denetleyemedikleri koşullara verirler. Seçtikleri odağın sonuçları suçlayıcı davranışlar, reaktif bir dil ve gitgide artan bir yenilmişlik duygusu olur. O odaktan yayılan negatif enerji, bu kişilerin bir şeyler yapabilecekleri alanları ihmal etmeleriyle birleşince, Etki Alanı da küçülür.İlgi Alanımızın içinde çalıştığımız sürece, oradaki şeylerin bizi denetlemesine izin veririz. Pozitif bir değişiklik yapmak için gerekli olan proaktif inisiyatifi ele almamış oluruz. Konumu, serveti, işi ya da ilişkileri nedeniyle, bazı durumlarda kişinin Etki Alanı, İlgi alanından geniş olabilir. Bu durum, insanın kendi kendine yarattığı duygusal bir miyopluğa yol açar. İlgi alanında yoğunlaşmış bir başka bencilce reaktif yaşam tarzıdır bu..“Olsaydı”lar ve “Olabilirim”lerİlgimizin hangi dairenin içinde olduğuna karar vermenin bir yolu da “olsaydı’larla” “olabilirim’leri” birbirlerinden ayırt etmektir. İlgi Alanı, olsaydı’larla doludur.“Evimin ipotek borçları ödenmiş olsaydı, çok mutlu olurdum.”“Keşke despot olmayan bir patronum olsaydı...”“Keşke daha sabırlı bir kocam olsaydı...”“Daha itaatli çocuklarım olsaydı...”“Diplomam olsaydı...”“Kendime ayırabileceğim daha fazla zamanım olsaydı...”Etki Alanı ise, “olabilirim”lerle doludur. Daha sabırlı olabilirim. Daha bilge olabilirim. Daha sevecen olabilirim..Bu, karakter odağıdır Değişim paradigması “dışarıdan içeriye”dir. Bizim değişmemiz için önce dışarıdakinin değişmesi gerekir.Proaktif yaklaşım içten dışa değişmektir. Farklı olmak ve farklı olarak, dışarıdaki etkeni olumlu yönde değiştirmektir.Kendim değişmeliyim. Daha verimli olabilirim. Daha yaratıcı olabilirim. Daha fazla yardımcı olabilirim. Evlilik konusunda bir sorunum varsa, durmadan karımın hatalarından söz etmek bana aslında ne kazandırır? Sorumlu olmadığımı söyleyerek, kendimi güçsüz bir kurban durumuna düşürürüm; olumsuz bir konumda sıkışıp kalırım. Ayrıca karımı etkileme yeteneğim de azalır; dırdırcılığım, suçlamalarım, eleştirici tavırlarım, onun kendi zayıflığının doğrulandığını hissetmesine yol açar yalnızca. Durumumu düzeltmeyi gerçekten istiyorsam, denetimim altında olan o tek şeyin-yani kendimin-üzerinde çalışabilirim. Karımı hizaya getirmekten vazgeçip kendi zayıflıklarımla ilgilenebilirim. Herhalde karım da bu proaktif örneğin gücünü hisseder ve bana aynı biçimde karşılık verir. Ama bu yapsa da yapmasa da, durumumu olumlu bir biçimde etkilemenin tek yolu, kendimin, kendi benliğimin üzerinde çalışmaktır. Mutluluk, mutsuzluk gibi, proaktif bir seçimdir. Etki Alanımızın içine hiçbir zaman girmeyecek şeyler vardır; iklim koşulları gibi. Ama proaktif insanlar olarak kendi fiziksel ya da toplumsal havamızı birlikte taşıyabiliriz. Mutlu olabilir ve o anda denetleyemediğimiz şeyleri de kabul edebiliriz. Bir yandan da, değiştirebileceğimiz şeyler üzerinde odaklanırız.Davranışlarımızı ilkeler yönetir. IBM’in kurucusu T.J. Qatson’un dedeiği gibi: “Başarı, başarısızlığın uzak yanındadır.”Ancak, bir hatayı kabul etmemek, düzeltmemek ve bundan ders alamamak da, başka türlü bir hatadır. Bu, genellikle insanın kendini aldatmasına, haklı bulmasına, çoğu zaman da kendisine ve başkalarına akılcı açıklamalarda bulunmasına (akılcı yalanlar) neden olur.Bizi en çok yaralayan başkalarının hataları, hatta kendi hatalarımız değil, bütün bunlara verdiğimiz karşılıktır. Bizi sokan zehirli bir yılanın peşinden koşmamız, zehirin bütün sistemimize yayılmasını sağlar yalnızca. Zehiri vücudumuzdan atmak için hemen önlemler almak, çok daha iyidir.Özbilinç ve vicdan gibi doğuştan gelen, insana özgü yetilerimiz sayesinde zaaflarımızın, düzeltilebilecek yanlarımızın, geliştirilebilecek yeteneklerimizin, değiştirilmesi ya da yaşamımızdan atılması gereken yanlarımızın farkına varırız.

Sizi proaktivite ilkesini otuz gün denemeye davet ediyorum. Yalnızca deneyin ve neler olacağına bakın. Otuz gün boyunca,
· Yalnızca Etki Alanınızın içinde çalışın.
· Önemsiz sözler verin ve bunları yerine getirin.
· Yol gösterici olun, yargıç değil.
· Örnek olun, eleştirmen değil.
· Çözümün parçası olun, sorunun değil.Bunu evliliğinizde, ailenizde, işinizde deneyin. Başkalarının zayıflıklarını tartışmayın. Kendi zayıflıklarınızı da. Bir hata yaptığınızda bunu itiraf edip düzeltin. Bundan, anında ders alın. Başkalarını suçlamaya, hatayı onlara yüklemeye kalkışmayın. Denetiminiz altında olan şeylerin üzeride çalışın. Kendi üzerinizde çalışın. Olabilirim’in üzerinde çalışın.
Daha sabırlı olabilirim. Daha bilge olabilirim. Daha sevecen olabilirim..

Daha sabırlı olabilirim. Daha bilge olabilirim. Daha sevecen olabilirim..

Daha sabırlı olabilirim. Daha bilge olabilirim. Daha sevecen olabilirim..

proaktif ve reaktif kişilik...

“Reaktif Kişilik”, dış faktörlerin yönlendirdiği kişilikler için kullanılır. Bu kişilikler; panik, güvenlik duygusunu yitirmiş kırılgan kişiliklerdir. Edilgendirler. Çoğu zaman depresyona girerler. Başkalarının yargılarına haddinden fazla önem verirler. Bir kaşık suda fırtınalar koparırlar. Veyâhut ta başkalarının bir kaşık suda koparmış olduğu fırtınada rotalarını kaybederek boğulurlar. Tam bir trajedi senaristidirler. Âniden ağlamaklı ve hüzünlü olurlar. Kişisel kontrollerini kolayca kaybederler. Kişisel sınırlılıkları belirgin değildir. Hep başkalarının öngörüleriyle hareket ederler. Telkin, onların vazgeçilmez gıdasıdır. Sosyal rollerde tıkanıklar ve engellenme yaşarlar. Bu nedenle bilişsel ve davranışsal engellenme duygusunu kronik olarak yaşamaktadırlar. Seçme davranışını gerçekleştirmekte ise ikirciklidirler. Risk alamazlar. Sakınımlı, çekinceli, mesâfeci, devamlı olarak güvenlik duygusu arayan, korunmaya ve gözetilmeye yatkın bir kişilik zeminleri vardır. Bu kişilik örüntüsüne sahip olan bireyler, amaçlarına ulaşmakta sürekli “zorlantı” ve “gerilim” yaşarlar. Ütopik ve kurgusal olarak dâimâ facîayı ve yenilgiyi düşlerler/beklerler. Âdetâ havadan nem kaparlar. Ufak bir uyarandan veyâ veriden hareketle; heyecânla ve korkuyla genel çıkarımlar yaparak, problem durumunu her zaman abartılı [avangard] olarak algılarlar. Bu abartının izdüşümünde ise kontrolü kaybederler ve âdetâ her maça yenik başlarlar.

Diğer taraftan Pro-Aktif Kişilikler ise, kendi dışındaki faktörleri ve süreci yönlendirici bir kişiliklerdir. Pro-Aktif Kişilik, risk analizi yapan, kontrolü elden bırakmayan, yerinde ve zamanın risk alabilen, başarısızlıklarından dahi bir yaşam dersi çıkarabilen kişilik yapılanmasıyla tanımlanır. Yine Pro-Aktif kişilik kendisiyle barışık, öz-güveni yerinde, benlik saygısı yüksek bir kişilik örüntüsüyle karakterizedir. Bu kişilik profilinde olanlar, “birim olarak her seçme davranışını” muhakeme ve risk analizi sonucunda gerçekleştirirler. Bilgi ve entelektüel yeteneklerini sağduyularıyla birlikte kullanırlar. Bilişsel zekâları, duygusal zekâları ve ruhsal zekâları arasında senfonik bir uyum vardır. Kaygılarını gerçeklikle yüzleştirirler. Olaylara realist yaklaşırlar. Korku ve endişelerini “gerçeklik filtresi”nden geçirirler. Bu kişilik örüntüleri sâyesinde de yaşamın her alanında öğrenmeyi benimserler [yaşantıya dönüştürürler]. Problemlerini ve hatalarını, yeni bir öğrenme deneyimine ve yaşantısına dönüştürürler. Bütün var-oluşsal enerjilerini üst düzeyde kullanarak problemleriyle yüzleşirler. Kontrolü elden bırakmazlar. İç-disiplinlerinden kopmazlar. Her ne pahâsına olursa olsun, denemek ve öğrenmek taraftarıdırlar. Yanlış yaptıklarında, yanlışları üzerinden doğruyu; doğru yaptıklarında da, doğruları üzerinden mükemmeli öğrenirler.

proaktif... devam...

Stephen R. Covey, "Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı" isimli kitabında proaktif ve reaktif insan karakterlerini ayrıntılı olarak anlatıyor. Ve etkili insanlara proaktif olması gerektiğini açıklıyor. Çünkü etkili insanlar dış etkilerle hayatlarına yön vermezler. Kendi içlerinden kaynaklanan aktivite ile doğru ve ileriye yönelik kazanç sağlayacak hareketleri tercih ederler. Bir başka deyişle rüzgarın hızı ile hareket eden yaprak, dıştan gelen bir etkiyle yani reaktif olarak uçar. Ama bir kelebek rüzgarla değil, kendi isteğiyle ve dilediği yöne uçar.
Reaktif davranış tepkiye tepki ilkesiyle yürür. Size zarar verene sizin de zarar vermeniz, reaktif bir davranıştır. Ve bu davranışla her iki taraf da kaybetmiş olur. Ama, size kötülük yapana iyi ve doğru olanı öğretmeniz ve onun bir sonraki kötülüğü yapmasına engel olmanız, başlangıçta sizin kaybetmeniz gibi algılansa da neticede herkesin kazanması anlamına gelir.
Bunun için tüm gerçek liderler proaktif insanlardır. Tüm peygamberler, kendilerine yapılan çok büyük kötülüklere rağmen insanlara iyiyi, doğruyu, güzeli öğreterek proaktif bir davranış sergilemişler ve toplumlar üzerinde yüzyılları aşan bir etkiye sahip olmuşlardır. Hala da onların etkileri tüm insanlığı yönlendirmeye devam ediyor.

Hayata baktığımız nokta, bizim merkezimizi belirler. Eğer biz, hayata “ilkeler”e bağlı olarak bakarsak hayatın kendi kanun ve kurallarını, tarafsız gözle ve hak ölçüsüne uygun olarak algılarsak her zaman doğruyu yakalarız. Hırs merkezli bir gözlük varsa gözümüzde, gözümüz başka bir şey görmez olur. Kör bakışla veya hipnotize edilmiş gibi, hayatı sadece bir veya birkaç yönüyle görürüz. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edemeyiz. Yanlış ve hatalı bakış açısı, para merkezli, aile merkezli veya başka bir merkezli olabilir. İlim merkezli proaktif bir bakış açısı olmadıkça hepsi de bizi kısıtlar, sınırlar, yanlış yapmamızı artırır. Unutmayın ki siyahla beyaz arasında binlerce gri renk tonu vardır.

PROAKTİF OLMAK !

Günlük konuşmamızda sık sık karşılaştığımız bazı cümleleri , farkında olmadan biz de kullanmaya başladığımızı fark ederiz …
“Beni çok üzdün “
“Beni hasta ediyorsun “
“Beni sevindirdin “
“ Beni mutlu ettin “
Bütün bu konuşmalarda ortak olan şey ; üzülen , hasta olan , sevinen ve mutlu olan kişinin başına gelenlerle ilgili olarak “ Bu konuda yapacağım bir şey yok“ demesidir . Proaktif olmak , insiyatif almak , öne çıkmak , önceden tedbirini almak olarak dilimizde de yaygın biçimde kullanılmaya başlandı . Ancak proaktif olmak sadece insiyatif değil daha da fazlası “ sorumluluk “ almaktır . Yaptıklarımız , başımıza gelenler için sorumluluk almak “Proaktif “ olmaktır . Bunun tersi de sorumluluğu başkasına bırakmaktır “ Reaktif” olmak . “Etki” ye karşı gösterdiğimiz “ Tepki” nin sorumluluğunu almak etki alanımızı genişletecektir . S. Covey Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı adlı kitabında , birinci alışkanlık “ proaktif” olmaktır .
Bizlere yönelen “Etki”ye karşı gösterdiğimiz “Tepki” bize özel ve bizi yansıtır . Etki karışısında vereceğimiz tepkinin ne olacağını seçmek , insanlara ait büyük bir hak ve imtiyazdır . İnsanların etki karşısında vereceği tepkiyi seçme hakkı ve özgürlüğü vardır . Bu hak ve özgürlük doğuştan insanlarda vardır ve kendisinden başka hiç kimsenin buna müdahalesi söz konusu değildir . Elenaor Roosvelt “ İnsanlar size , sizin onlara verdiğiniz kadar zarar verebilir “ diyerek konuyu özetlemiştir .
Hemen hepimizin başından geçen şu olaylar gülümsüyerek hatırlarız . öğrenci okuldan gelir ve gururla herkese duyuracak şekilde ;
-Matematikten pekiyi aldım . ( Yüksek notun hak , imtiyaz ve sorumluluğu bana ait! )
Aradan zaman geçer , aynı öğrenci , dersler nasıl gidiyor diye sorulduğunda ;
-Öğretmen zayıf vermiş .
Öğretmen zayıf vermiş diyen bir öğrenci dersin durumuyla ilgili bütün sorumluluğu , tamamen öğretmene bırakmaktadır . Bu sebeple de
-Bu konuda elimden bir şey gelmez , bana bu konuda bir şey sormayın demektedir .
Aynı senaryonun işyeri versiyonu şöyledir ;
-Müdür bana taktı !. ( Geç gelmeler ,işi zamanında yetiştirememek, çalışma arkadaşlarıyla kavga ederek işyerinin huzurunu bozmak vs. hepsi bir kenara bırakılarak sorumluluk müdüre devredilmektedir ). Çalışan olayların gelişimi ve sonuçlarıyla ilgisini koparmaktadır .
Geçende odasında klima bulunan ve klimanın uzaktan kumandası da masanın üzerinde duran bir arkadaşım
-Bu klima beni hasta etti diyerek , sağlığı ile ilgili sorumluluğu , kendisinden komut bekleyen zavallı! Klimaya yükledi .
Sorumluluğu almak alışkanlıktır . Bu alışkanlık bizi uzun vadede daha güçlü ve etkili bir birey , yönetici ve insan haline getirir .
Koçluk( Coaching ) uygulamalarında farklı örnekler bulmalarını söylediğim yöneticiler değişik yaratıcı ! reaktif cümlelerle olayı zenginleştirdiler .
-Siz bilirsiniz!
İşte bu cümleye bayıldım . ( Otokratik bir yönetim sisteminiz var ve bütün konuşmaları siz yapıyor , elemanlarınızın konuşmasına ve önerilerine kulak tıkıyorsanız bu yazı zaten sizin için değildi .) Bunu söyleyen eleman bütün sorumluluğu yöneticisine yükleyerek reaktif örneklerin en çarpıcısını verdi .
Pek çok kimse için sorumluluk almak – özellikle geçmişte bundan kaçındıysa – korkutucudur . Kısa vadade sorumluluk almak bize zarar veriyor gibi görünse de , uzun vadede “Etkili” bir yönetici ve insan olmak isteyen biri için , reaktif olmak çıkmaz sokaktır . Tekrar edelim karar vermek ve sorumluluk almak bir alışkanlıktır .
Proaktif- reaktif ifadelerin ikinci türü de ;
-Keşke !
-Olabilseydi , yapabilseydim ifadeleriyle kendini gösterir .
Keşkeler ve pişmanlıklar , elimden gelmedi , bizim etki alanımızı daraltan ancak ilgi alanımızı genişleten ifadelerdir . Emekli kahvelerinde bir zamanlar etkili birer bireyken şimdi etki alanı daralan erkekler bir çok gazeteyi okuyup sonra olay hakkında bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalara girmeleri bunun önemli işaretlerindendir . Eğer akşamları her kanalda haberleri ayrı ayrı takip etmeye başladınızsa etki alanınız ve ilgi alanınız ( proaktif – reaktif olmak) konusunda düşünmemiz ve bir şeyler yapmamızın zamanı gelmiş demektir .
Reaktif dil kalıpları , günlük konuşmalar içinde bol bol kullanılması yanında bazı müzük türlerinde ( Arabesk ) baskın olması , toplumumuzun genel iş ve yaşam kültürüne işaret eder.
-Ben zulme uğradım , ben “ Mazlum”um! birinci adımdır . Elimden ne gelir !
Ben “ Kurban”ım ikinci adımdır . Ben arkadaş kurbanıyım . Ben sistemin kurbanıyım . Ben ailemin kurbanıyım …. Ama en güçlü ifade “ Ben kader kurbanıyım” dır .
Birinci ve ikinci adımdaki çaresizlik , üçüncü adımda “ İsyan” a götürür . Yaşama isyan , kadere isyan , feleğe isyan vb. her üç durumda da kişi çaresizlik içinde olduğunu düşünmektedir . Bütün olumsuzluklara , ters etkilere rağmen vereceği tepkiyi seçme hakkı olduğunu fark etmemekte ve bilememektedir . Çaresiz birey , çaresiz toplum ….. Etki ile tepki arasında seçme hak ve özgürlüğü olduğunu anlamayan , bilmeyen bireyler ve onlardan oluşan toplum .
Her sorunun çözümü o konuda geliştireceğimiz farkındalıkla başlar . Bunun için öncelikle kendi ifadelerimizdeki proaktif ve reaktif dil kalıplarının farkına varmak ve reaktif olanları ayıklayarak , proaktif dil kalıplarını kullanma alışkanlığını kazanmak önemli bir challenge olarak önümüzde durmaktadır . Bir yönetici olarak aynı zamanda birlikte çalıştığımız kişilerin de dil kalıplarını öğretmek ve reaktif olanları değiştirmelerini sağlamak görevimizdir .
Bir yöneticinin reaktif olma hakkı ve lüksü yoktur .

Proaktif olmak bir alışkanlıktır ve bütün alışkanlıklar gibi bilinçli ve sabırlı bir çabanın sonunda kazanılabilir .

Yazar Ahmet S. Koçel 04 Nisan 2009, Cumartesi

26 Aralık 2009 Cumartesi

ölmek için uyanmak güne her sabah...


her sabah gitmek için gelmek işe... bitirmek için başlamak... ölmek için doğmak gibi... geçer mi böyle zaman... hayat geçer mi??? geçti... neredeyse yolu yarıladık... geçti walla... böyle ömür tüketenleri de gördük... yolun sonunu getirmeden göçenler de oldu... beni gömmeye kararlı olan da... inatla...

13 Aralık 2009 Pazar

seni dinlemek dinlendirir ancak...


:) deli misin kızım sen??? seni dinlemek için koşa koşa gelirim ben sen nerede olursan ol... yeterki sen iste... gelemediğim zamanlar sadece ve sadece benim kendimde olmadığım zamanlar hani şu dışarıya kilit vurduğum zamanlar... kendimi içeriye gömdüğüm zamanlar... o da ruhumun kirliliğini bulaştırmamak için dışarıya... bir daha bir daha bir daha deep yaptıktan sonra yeniden suyun yüzeyine çırpınmayı beklediğim zamanlardır... kendimi ya da senin deyiminle "beynimi" korumak için değil, seni ya da senin ruhunu, beynini ve kalbini korumak içindir gelemeyişim ki aslında gelemediğim zamanlar hiç yok neredeyse...

beni üzen tek şey dinlemekten fazlası gelememesi elimden... ama dinlerim :) e bunu da senden daha iyi bilen yok sanırım :) dinlerim her zaman... sende başlayan ve yine de sende biten yolcuğun boyunca (kg)

ayrıca konuşuyorum... evet önceleri seninklerin yanında yavan kalacağını düşünürdüm ve çekinirdim itiraf ediyorum... ama artık ben de taştım :) yavan mavan bakmadan dökünüyorum:) bazen karşıma çıkan herkese... ama en çok da sana...

keşke bu kadar ciddiye almamayı başarabilseydik hayatı.... keşke (senin deyiminle :) Tanrı kadar merhametli olabilseydik kendimize... keşke sınırlamasaydık, ellerimizi kollarımızı bağlamasaydık ya da bağlanmasaydık... izin vermeseydik bağlamalarına... bu kadar saplantılı olmasaydık "Doğru" bildiklerimize... yaşayabilseydik gelişine... :S

ben sanırsam yakınım sona... durdurabilirsem kendimi firarlardan... yakınım sona.... sonra... başlangıç inşallah... iyidir iyidir... "şimdi" de iyidir...

iyi ki doğdun ve iyi ki varsın... seni seviyorum...






10 Kasım 2009 Salı

Bir yerde zincir kopmuş ve ben de kopan zincirin en son halkasında asılı kalmış hissiyatıyla bakakaldım, memleketim simalarına. Neticede aynı gökyüzü altında olduğum bu TV cemaâtı, bir süre sonra -balatanın yanmasına ya da kafada sünger durumları- yaratabilir endişesiyle kendimi sokağa atmama sebep oldu. Bu konu hakkında pek çok neden-sonuç örgüsü yapılabilir, yapan üstatları da var zaten, ben sadece "şaşkın-afallayan beynimi" dökmek istedim, genrenin hicaz gama yattığı vakittir şimdi diyerek gelelim bana verilen alanı meşguliyetime...

patti smith within you without you...

We were talking about the space between us all
And the people who hide themselves behind a wall of illusion
Never glimpse the truth, then it's far too late, when they pass away
We were talking about the love we all could share
When we find it, to try our best to hold it there with our love
With our love, we could save the world, if they only knew
Try to realise it's all within yourselfNo one else can make you change
And to see you're really only very small
And life flows on within you and without you
We were talking about the love that's gone so cold
And the people who gain the world and lose their soul
They don't know, they can't see, are you one of them?
When you've seen beyond yourself then you may find
Peace of mind is waiting thereAnd the time will come when you see we're all one
And life flows on within you and without you

duygu gözüyle görmek...

29 yıllık kayıp gerçek. ne garip. bunca yıldır olup da farkında olamamak. farkına varınca da bu kadar şaşırmak. ne salakça... hep akıllı görüp kendini aslında duygusal gördüğünü farketmek ve gördüklerinin kendine dair nasıl da yalan... trajikomedi....

2 Kasım 2009 Pazartesi

sen durdur beni ne olur....


bu gerginlikkkkk aman Allah'ım... biri yanlışlıkla kibrit çaksa patlayıverecek... Allah'ım yaa yazık geçen her gereksiz endişeli ve üzgün ve negatif ve sinirli an'a... ne kadar boş ve anlamsız.... in my daily dreams i am fighting with you and everything and everybody... just let me tell you that i dont have to prove myself to anyone... not at all... i do it if i love it and i dont do it if i dont like it... i love it i enjoy with all my heart... if i am happy i am successfull... ama olmaz... aslında bir yol ayrımındasın ve sadece nasıl düşündüğünü değiştirirsen başarabilirsin...
takılma lütfen... takılma ne olur.... aşmalısın geçmelisin.... düşünme o zaman... yap gitsin.... nasıl bir yürek var ağabey sende de... öfff yani... ama tatlım olmuyor yaaa... geldiğinden beri sen sen değilsin duruşun da duruş değil... ve hata üstüne hata yapıyorsun.... hep ezik oldun hep aynı yerdesin... bıktım senden be güzelim ya walla bıktım... yine kısırdöngüye hapsettin kendini yine köşeye kıstırdın... amaannn beeee..... öfffff....

29 Ekim 2009 Perşembe

daha ne istiyorsunki benden desen anlarım ama yine de tek ümidim sensin...

derdin ne be tatlım ben seni hiç anlamadım ki... yürüdüğün yoldan zevk almayı bilemedin hep... hep sıkıntılar vardı... oysa varılacak durak değil yürüdüğün yoldu... biliyordun... bile bile becerememdin mutlu olmayı, yetinmeyi... farkına var ve kendine gel ne olur ya... Allah'ım ne olur yardım et... içimden çıkar beni... içinden çıkar... çek çıkar ne olur... bir tek Sen yapabilirsin...

nasıl bir salaklıktır bu... neden herkes kadar olamıyorsunki... nothing more... just like everybody else... neyi bekliyorsunki sessizlikte... sessiz kalıp usul usul beklemenin sebebi ne... var mı bir amacın.. yok... verilecek bir tepkin yok aslında... sebebi sessizliğin bu... bilemedin hiç... küçük çocukların bile duruşu vardı... durmayı da bildiler hep ayaklarının üzerinde dik dik... diremeyi bildiler ayak... ve sen onları bile dehşete kapılarak izledin onları... baktığın her yerde gördüğün onlardı... korkuların... bütün istediğim sahip çıkmaktı... sahip olmak da değil... herkes kadar şu hayata hayallere ideallere azme cesarete herkes kadar sahip olmak ve sahip çıkmak...

ne olur Allahım ya... Paris'e gitmek değil huşu içinde huzur içinde yaşamak işi de aşkı da hayatı da... durmayı bilmek, konuşmayı da yürümeyi de çekip gitmeyi de... kızmayı belki küsmeyi de ya da barışıp affetmeyi...

senin gibi kokusu sinmiş korkunun hayatıma ruhuma... sindirmiş... Allahımmmmmmmm ne olur yaaaa..... takatim yok.... çekip gitmeye de kırıp dökmeye de... lütfen Allah'ım... daha ne istiyorsun ki benden desen anlarım haklısın ama içimden çek çıkar beni... içinden çıkar beni kuytularından korkunun....




28 Ekim 2009 Çarşamba

La-Tahzen / Üzülme

La-Tahzen / Üzülme
34La-Tahzen / Üzülme
Çünkü hüzün, düşmanı sevindirir, dostunu üzer, haset edenin dilinedüşürür.
La-Tahzen / Üzülme
Çünkü hüzün, kaybolanı geri getirmez, öleni diriltmez, kaderideğiştirmez, hiçbir fayda getirmez.
La-Tahzen / Üzülme
Çünkü hüzün sinirleri yıpratır, kalbini yorar, gecelerini mahveder.
La-Tahzen / Üzülme
Eğer günah işlediysen tövbe et, istiğfarda bulun, yanlış yaptıysandüzelt, O'nun rahmeti sonsuz, kapısı hep açıktır.
La-Tahzen / Üzülme
Kaybettiğin şey için üzülme çünkü daha pek çok nimetlere sahipsin.Allah'ın sana bahşettiği diğer nimetleri düşün ve şükret. Allah Teala,"Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız buna güç yetiremezsiniz"buyurmuyor mu?
La-Tahzen / Üzülme
Ehli batılın sözlerinden dolayı üzülme, onların tenkitlerinesabrettiğin sürece mükafatlandırılacağını unutma.
La-Tahzen / Üzülme
İnsanlara ihsanda bulunduğun sürece üzülme. Çünkü mutluluğun yoluinsanlara ihsanda bulunmaktan geçer.
La-Tahzen / Üzülme

kayıp gül....

Gülleri duymak kolaydır. Çok kolay. Tek yapman gereken, ya unuttuklarını hatırlamak ya da öğrendiklerini unutmak...

Oysa, zirveye varanların adımları seninkilerden daha büyük değildi. Ama onlar, o küçük adımları birbiri ardınca atmayı sürdürmüş kimselerdi. İmkânsızı gerçekleştiren mucizeler değil, sürekliliktir. Suya sarp kayaları deldiren de budur

Belirsizliğe isyandı. Işıkta eriyip gitmeyi, bir ömür boyu karanlıkta uçmaya tercih etmişti o.

Kendini onların övgüleriyle var ettiğin için de, unutulduğun zaman yok olup gideceksin.

Gül, özgürlük demek! Başkalarının övgüsüyle varolmamak, yermesiyle yok olmamak demek.

Ve bilemediğim şeylerin listesi böylece sürüp gidiyor. İşte bu yüzden tek hedefim resim yapmak.



okumalı... en kısa zamanda...

26 Ekim 2009 Pazartesi

yine ESC arefesindeki o korkularin sebep olduğu baş ağrıları...



ESC hayatımın vageçilmez tuşu... acıları durdurmanın tek yolu çoğu zaman... ya da en kolay yolu... düşünceni değiştiremediğinde değiştirmek seçimlerini yani hayatını... zor olanı başarmak aslında kolayı seçtiğini sandığında... dönüşü sana büyük kayıp, geleceğin... ve bile bile yenilmek yine de... yine de esc'i tercih etmek... halbuki herşey kafada başlar ve kafada biter... farkına varmak gündüz düşlerindeki öfkelerin, olumsuzlukların, negatifliğin yeterli değil mi??? yani esc değil de değişime başlamak için... yetmeli tabii ki... öğretilmiş korkulardan ve affedilmeyen acılardan sıyrılmanın tek yolu düşünceleri değiştirmek... yeniden yapılandırmak anlamlarını hayata yüklediğin... ne kadar görürsen, nasıl görürsen o kadar işte problemin, hayatın... tepkilerin tepkisizliğin... ne kadar da içselleştiriyorsun herşeyi... ne kadar derin anlamlar yüklü problemlerin... hem de bir hiçken... hiçlikten herşeyine dönüşüveriyor ve herşeye mal ediyorsun... çık o derin sulardan yüzeye doğru hızla çırp ellerini kollarını ve ayaklarını... zihnin senin elin kolun ayağın... aklını koru... gerçekten aklını koru... dinle gözle farket... ve yeniden yapılandır... sadece bakışlarını farklılaştırarak harap olmuş geleceğini yeniden kurtarma şansın olabilir... hele ki arkanda o Kocaman Kudret yani Rabbin varken... neyden korkuyorsunki sen??? kesin bir teslimiyetle nasıl da yanında hemen arkanda olduğunu farketsen daha doğrusu orada olmasını istediğinde aslında dualarına cevap vereceğini bilsen... tüm bu olumsuzlukların, korkuların, ümitsizliklerin ne kadar da yersiz olacağını anlayacaksın... hatırla yapmıştın... başarmıştın... yine yapabilirsin... sadece yoğunlaşacağın şeyi iyi bilmelisin... problemler sıkıntılar mı yoksa gerçek amacın hedefin mi??? bütün gücünü ve yoğunluğunu bütün ruhunu ve kalbini v düşüncelerini sıkıntılarına mı harcamak yoksa hedeflerine mi adamak... ADAMAK... ADANMIŞLIK... adarsan adanırsan önce zihinde sonra dilde ve en son bedende başlar hayatın kurgusu... adarsan kendini Allah'ın da izniyle olmaması için yok bir sebep!

bol şans... Allah muvaffak etsin insallah...

4 Ekim 2009 Pazar

Supplication

Allahumma salli 'ala, Sayyidina,
Muhammadin an-Nabiyyi al-ummiyyi,
Wa 'ala alihi wa sahbihi wa sallim.
(O Allah, send your peace and blessings
upon our Master Muhammad,
the Unlettered Prophet,
and upon his family and companions.)
O My Lord,
My sins are like
The highest mountain;
My good deeds
Are very few
They’re like a small pebble.
I turn to You
My heart full of shame,
My eyes full of tears.
Bestow Your
Forgiveness and Mercy Upon me.
Ya Allah,
Send your peace and blessings
On the Final Prophet,
And his family,
And companions,
And those who follow him

falling back at starting point...

yine dönmek en başına başladığın yere... zaten hangi oyunun sonunu getirebildinki... şu veya bu şekilde hep kalakaldın takıldığın yerde... ve bütün haklarını tüketip yandın... oyunu sonunu getirmeden bitirdin. bitti... bittin... gitmeyi de beceremedin.... kalmayı da...

16 Eylül 2009 Çarşamba

sanırım son yaram...



Sanırım son yaram kapanmak üzere çocukluğumdan kalan... tam da dün artık azad edecekken ruhumu sana olan nefretimden, öfkemden ve kızgınlığımdan, bugün yine tepetaklak oldum ve düştüm yine... sonra hiç kapanmayacak yaramın olduğunu farkettim... hatırladım yani... tüm yapabileceğim sadece sonradan da olsa konuşup içimdekini boşaltmak... kovulmak pahasına... ama kızgınlığım insanların hadsizliği değil aslında kızgınlığım kendime cevap veremeyişime... sonra da dolup taşan yüreğimdeki midemdeki öfkeye... hem on(lar)a hem kendime... ama kendime daha çok... zaman basıp kanayan yarana unutursun da bazı yaralar kanar unutamazsın, durduramazsın çünkü sensin yara... yara sessizliğin, cevap veremeyişin... mümkün olmayışı kurtuluşun ne acı.... kanatanlardan uzak durmaktı deneyişim ama olmadı... işe yaramadı...

8 Eylül 2009 Salı

düşün ve başar... 10 adım...

Büyük Düşünmek
Düşünceler eylemlere yol açarlar. Eylemler alışkanlıkların nedenidir. Alışkanlıklarımız bizim karakterimizi, kişiliğimizi belirler. Karakterimiz ise hayatımızı örgüleyen en önemli nedendir. Herkes yürüdüğü yolun sonunda var olana ulaşır. Tırmandığınız merdivene bakarak sonunda nereye yükseleceğinizi anlayabilirsiniz. Dolaysıyla büyük sonuca giden yol büyük düşünceden başlar.
“Büyük Düşünmenin Büyüsü” isimli kitabında Dr. David J. Schwartz ilginç bir tespiti aktarıyor. Amerika’da büyük bir şirketin işe alma bölümüne başvuranların durumu çok çarpıcıdır. Şirketin yılda 10 bin dolar ödediği işlere başvuranların sayısı, yılda 50 bin dolar ödenen işlere başvuranların sayısından 50 ile 250 kat fazlaymış. İnsanların çoğu daha ucuz işlere başvuruyorlar. Bunun anlamı açık: Yola yüksekten başlamaya cesaret edemiyoruz.
Hedef Belirlemek
“Nereye gideceğini bilen kişiye yol vermek için dünya bir yana çekilir.” Hangi yönde nereye kadar gidiyoruz? Tam olarak ne istediğinizi bilirseniz, çevrenizdeki güçler size nasıl yardımcı olacaklarını bilirler. Zihninize ne yapmak istediğinizi söylerseniz onu yapmak için çalışır.
“Nereye gideceğini bilmeyen gemiye hiç bir rüzgar fayda vermez.” sözü hedefsizliğin gerçek sonucunu ortaya koyuyor. Ne yapmak, ama istediğinizi bilmiyorsunuz çevrenizde binlerce fırsat rüzgarı uçuşmaya devam ediyor. Hedefiniz yoksa fırsatları nasıl kullanacağınızı, yelkenlerinizi ne şekilde ayarlayacağınızı bilemezsiniz.
Kendilerini başarısızlığa mahkum edenler hedefi, zihinde dolaşıp duran hayallerle karıştırırlar. İsteklerin, dileklerin hedef olduğunu sanırlar. Sonuçta hedefsizliklerini değil de talihsizliklerini suçlarlar. Onlara, isteseler neler yapabileceklerini söyleseniz, inandıramazsınız. Büyük işler başaranların, bunu sadece hedeflerine borçlu oldukları konusunda ikna olmazlar.
Hedef sahibi olduğunuzda tüm duruşunuz hedefinize hizmet edecektir. Geçen tüm saniyelerinizde zihniniz hedef üzerinde düşünecek, konuşmalarınızı, ilginizi ve öğreniminizi hedefiniz belirleyecektir. Böylece dikilen bir ağacın beslenerek büyümesi gibi, hedeflerle dolu bir zihinde yaşatılan arzular içten içe inşa olmaya ve yeşermeye devam edecektir.
Yöntem Belirlemek
Nasıl yapılabileceğini bilseydiniz okuduğunuz kitabı yazabilirdiniz. “Nasıl?” sorusuna cevap verseydiniz mevcut arzularınız sizi çoktan kendilerine kavuşturmuş olurdu. Yöntemini keşfetmediğiniz iş, alsa yapamayacağınız iştir.
Yöntem belirlerken üç farklı alan üzerinde çalışacaksınız: Yeterli bilgi toplamak, hedefi kesinleştirmek ve hedefi planlamak. Yeterince bilginiz yoksa nasıl yapacağınızı bilmeyeceksiniz. Hedefiniz kesin değilse tam olarak onu yapamayacaksınız. Belirsiz hedefler arasında dolaşıp duracaksınız. Hedefinizi planlamamışsanız merdiveni adım adım çıkamazsınız. Gittiğiniz yolu kontrol edemezsiniz. Bir adımı ihmal etmek tüm adımların boşa çıkmasına neden olur. Binanızın direkleri ne kadar güçlü olursa olsun, temel zayıfsa binanız çökmeye mahkumdur.
Kesin hedefin gerçekleşme ihtimali bulanık hedefe göre en az yüz defa daha fazladır. Kesin olmayan hedef, uğrundaki binlerce saatlik emeği boşa çıkarır. Çoğumuzun başaramama nedeni hedefsizliğimiz değil, ama hedefimizin bulanıklığıdır. Kesinlik: Tam olarak neyi, tam olarak nasıl, tam olarak nerede, tam olarak ne zaman ve tam olarak ne kadar yapmak istiyorsunuz? İçlerinde bu sorulara cevap bulmadığınız hedefler uğrunda boşuna ömrünüzü tüketir misiniz?
Şiddetli İstemek
Başarmak üretmektir. Üretmiyorsanız başarılı olamazsınız. Her başarının içinde, var olmanın ayrı bir hikayesi yer alır. Tüm başarıların ortak bir özelliği, içlerinde güçlü arzu barındırmalarıdır. Başarı büyükse ona yol açan arzu da büyüktür. Ne kadar başarılıysanız o kadar arzulusunuz.
Herkeste var olan sıradan arzulardan söz etmiyorum. İstemekten, dilemekten, basitçe ümit etmekten söz etmiyorum. Üzgünüm: Sözünü ettiğim arzuyu ifade edecek başka bir kelime de bulamıyorum. Burada herkesin bildiği arzudan değil, çok az insanın bildiği arzudan söz ediyorum.
Kainattaki tüm güç ilişkileri arzu kanuna dayanır. Arzu, manevi gücün doğduğu kaynaktır. Ne kadar çok arzuya sahip olursanız o kadar güçlü olursunuz. Yani arzu ne kadar şiddetli ise sonuç o kadar güçlüdür. Bir Batılı düşünür şöyle der: “Duygularınızın şiddetini bilseydim gelecekte atacağınız adımların büyüklüğünü söyleyebilirdim.” Arzu duygudur ve tüm duygular arzu duygusunda birleşirler. Arzu, yerine göre sevgi olur, yerine göre nefret olur. Tüm duygular arzulamakla arzulamamak arasındaki çizgi üzerinde dizilirler.
Cesaretli Olmak
Cesaretiniz varsa izlerinizi uzaklara taşırsınız. Var olmamız cesaretimize bağlı. Cesaretiniz varsa herkes sizin var olduğunuzu bilir. Sizi insanların dünyasına sadece cesaretiniz taşır. Cesaretiniz yoksa kendi iç dünyanıza hapis olmaya mahkumsunuz.
Katıldığınız bir toplantıda aklınızda kimlerin kalacağına dikkat edin: Kürsüde konuşanlar. Sonra da kalabalık arasında ayağa kalkıp yüksek sesle soru soranlar. Üzerinden koşarak geçtiğiniz vadide, kokularını gizleyen çiçekler dikkatinizi çekmeyecektir. Korku içinizdeki güzellikleri karadelikler gibi yutar, yok eder.
Cesaret gösterebilenler risk üstlenmeye hazır olanlardır.
Şurası kesin: Risk ve sorumluluk üstlenmeyen hiç kimse başarılı olamamıştır. Alışkın olduğunuz hayat size risksiz gelebilir. Aslında rahatlık içerisinde daha büyük riskler vardır. Çoğu insan sineğin ısırmasından kaçarken akreplere yem olur. Bizde “yağmurdan kaçarken doluya tutulmak” sözüyle kast edilen budur. Değişmekten korkuyorsanız riskten kaçıyorsunuz. Değişmezseniz gelişmezsiniz. Yanlış yapma riskini göze alamazsanız doğru yapma cesaretini gösteremezsiniz.
Hemen Yapmak
Hemen yapan, bulunduğu an içinde yapılabilecek olan bir iş arar. Bu sayede güçlü birer gözlemci olur. Ankara’da bir ay boyunca Hızlı ve Etkin Okuma seminerlerine katılan öğrenci arkadaşlara, bulundukları salonun duvarlarında kaç tane tablo asılı olduğunu sordum. Altı tane tablodan kimi üçünü, kimi dördünü fark edebilmişti. Bir ay boyunca oturduğumuz salonun duvarlarındaki resimleri fark edememek ne demektir? Kaderimiz harika fırsatları her gün çevremizde uçuşturuyor. Onlardan hiç olmazsa birini keşfedebilmek dikkatli olmamız sayesinde mümkün. Dikkatli olan insan yapacak hiçbir işi kalmadığında, Barış Manço gibi duvarlarındaki tabloların tozlarını alır, resimlerin yerlerini değiştirir. Zihnimiz kuşların bedenleri gibi hareketli olmalıdır.
İniş çıkışlarla dolu bir hayatta yaşadığımızı biliyoruz. Boğuştuğumuz sorunların biteceği bir günü bekleyerek ömrümüzü tüketirsek hiçbir sorunu çözemeyiz. Çok ilginç: Acılarımızdan kurtulacağımız günü bekliyoruz, ama beklemekle hiçbir şeyin değişmeyeceğini de biliyoruz.
Şimdiyi Yaşamak
Tabiatın tüm varlığı şu anda içinde bulunduğu durumdur: Geçmiş yok olmuştur. Yüz yıl önceki ormanlar şimdi yoktur artık. Yüz yıl sonra sokakların nasıl bir şekil alacağını da bilmiyoruz.
Varlık geçmişten geleceğe uzanan uzun bir yol üzerinde seyreder. Bu yol üzerinde canlı ve cansız varlıklar gözükür, arz-ı endam ederler; sonra kaybolurlar. Her varlığa bu uzun yolda biçilen bir hayat süresi vardır. Dünya dört milyon yıldan fazla bir süredir var. Bu akış içerisinde bir çekirge varlığa koşar; bir mevsim boyunca en iyi nağmelerini sunar tabiata, sonra göçüp gider. Yakamozlar gibidir hayat. Zamanı hızlandırsaydık, gelenlerin gidişinin su üzerinde parlayan ışık yansımaları kadar hızlı olduğunu anlardık. Varlığa çıkış o andır. Damlada parlayan ışık gibi, kainatta bir an görünüp kaybolacağınızı hayal edin. Ne yapardınız? O saniyecik içerisinde tüm kâinatı tanımak, her şeyi tam o anda yaşamak istemez miydiniz?
Aslında ne kadar yaşarsa yaşasın, her şey böylesine bir çırpıda çıkar hayata ve sonra kaybolur. İnsanın yaratılışını düşünün: Bir hücre yaratılır. Bir saniye geçer, yok olur, bölünür; yerine iki tane hücre yaratılır. Yok olan bir hücre var olan iki hücrenin çekirdeği olmuştur. Bazı bakteriler de bir saniye yaşayıp, yerlerine yenilerini bırakarak ayrılırlar bu hayattan. Tüm varlık aynı süreci yaşar. Bitki ölür, yeni mevsimde yavrularına kaynaklık yapacak tohumlarını bırakır. Bir örümcek ölür, bedeni onun yerine gönderilen yüzlerce yavrusuna besin olur. İnsan ayrılır yeryüzünden, bedeni bir çiçeğin vücudunda dirilir. Ruh büyük diriliş gününde, yeni bedeninin çekirdeği olmak için ebedi alemin açılacağı dört mevsimi bekler.
Mazeretlerden Kurtulmak
Kaderin karıncaların karşısına çıkardığı zorluklar bizim karşımıza çıkardığı zorluklardan küçük değildir. Her yağmurda evleri başlarına yıkılan karıncalar vazgeçmezken biz hangi deprem yüzünden vazgeçeceğiz? Yükselmek istiyorsak, bunu başarmak bizim elimizde. Alçaklara inmeyi de biz başarırız. Hem de ne maharetle…
Başaranların hiçbir bahanesi yoktur. Bahanenin “var” olduğu yerde başarı “yok” olmaya mahkumdur. Hiç kimse bahaneyle birlikte yükselmeye devam edemez. Çünkü bahane bulduğumuz anda teslim oluruz. Bahane varsa mücadele yoktur. Bahane bulursanız en küçük başarılarınızı bile yok edebilirsiniz.
Cesaretle üzerine gittiğiniz korku, korku içinde sizden kaçacaktır. Kendisinden kaçtığınız cesaret, cesaretle özerinize korku salacaktır. Hendeklerin üzerinden atlayamayan develer dağları zapt eden komutanların bineği olarak ün salmamıştır. Yüksekten korkan uçamaz, kılıçtan korkan galip gelemez. Ölmekten korkan yaşayamaz. Hastalığa göğüs geremeyen sağlığın huzurunu yaşayamaz. Şimdi dağlarda yuva yapan kartallar bir zamanlar oraya “uçma” zahmetine katlanmışlardı. Dağlara çıkmak için en azından taşların üzerinde yürümeye mahkumuz.
Eseri Tamamlamak
Pek çok insan hayatında devrim yapacak bir sıçrayışın tam ucuna gelir. Birazcık daha dayansa kendisini zirvede bulacaktır. Ama tırmanmayı bırakır. Bir adım daha atamamak, atılan binlerce adımın yok olmasına neden olur.
Başarının olmazsa olmaz kuralı “yapmak”tır. Yapmayı anlamlı kılan bir kural vardır: Bitirmek. Bitmeyen iş yapılmamış iş gibidir. Hepimiz yüzlerce defa teşebbüste bulunduk. Aramızda binlerce insan başarının tam ucundadır. Sadece birazcık daha ısrar etmeye ihtiyacımız var.
Zaten çalışmıyor musunuz? Zaten hayatın yükü omuzlarınızı ezmiyor mu? Zaten büyük çabalar içinde değil misiniz? Bir tek fark yapacaksanız hayatınızda. Bu fark tüm hayatınızı farklılaştıracak. Bu fark sayesinde sandığınızdan daha güçlü olduğunuzu göreceksiniz. Devleşmiş insanlar gibi dahileşebileceğinizi anlayacaksınız: Bitirmek. Başladığınız bir işi bitirinceye kadar devam etmek; başarı budur.

içime korku kaçtı.... yine....



içime korkuyu kaçırdım yine... kaçırmak gerekirken korkuyu tamamen dışına dünyamın..... ruhumun.... sabır sabır sabır sabır.... of Allahım....

2 Eylül 2009 Çarşamba

güzel düşün... unutma kafanın içinde başlar ve biter herşey...

güzelim ya neden güzel düşünmekten vazgeçersin... güzelliği bile insanın hissetmesi ile başlar aslında... hani içerden çıkmayı beceremedin, dışardan içeriye gir o zaman... kalk bir silkelen ve üstünü başını düzelt... sadece yaşamak için yemek, içmek, giyinmek olmasın hayatın... yemek içmek giyinmek için de yaşamalısın... maneviyattan uzaklaşmadan ve gölgesine çok da kapılmadan şüphesiz...
ve deli misin??? neden saçmasapan sebeplerden dolayı vazgeçeceksinki? öğreneceksin işte! insanla başetmekse derdin, savaşmayı bilmiyorsan ve de çatışmayı öğreneceksin... bazen diş göstererek bazen sabırla gülümseyerek... ama savaşmayı öğrenmelisin tatlım yokki başka çaren... kaçmak insanlardan çözüm olmadı... denedin... onu da yaptın... yattın... kaçtın... donduruğunu durdurduğunu sandın hayatı ama aslında akmaya devam etti... sen sadece seçim yaptın ve seçimlerinle yaşadın... ya da yaşamadın...
büyük bir derdin varsa dönüp Rabbine deme sakın "Allah'ım çok büyük bir derdim var" ...., derdine dönüp "BENİM ÇOK BÜYÜK BİR RABBİM VAR" de be güzelim. benim tüm zamanlarımın "moto"su... O sana yeter gülüm... başka da hiçbirşeye ihtiyacın yok... değil miydi sonuna geldiğini sandığın her yola yol ekleyen... o değil mi sonlarından başlangıçlara çıkaran... o değil miydi herşeyin bittiğini nefes alamadığını düşündüğün anlarda yüreğini refaha eriştiren... mide ağrılarını gideren... topla tatlım kendini, sakin ol ve kafanı topla... sabır ve sebat ve çok derinden yürekten dua ile Allah'ın izniyle olacak... birazcık daha sabret nolur...

canım arkadaşım...

aslında ne kadar da büyük ve önemli bir yere sahipsin hayatımda bir bilebilsen... ben pek borçlu hissetmem... ama borcumu da unutmam... geç de olsa öderim de... ama sana karşı hissettiklerim borçluluktan da öte... çok daha derin... sen çocukça sevinçler yaşatansın, çocukluk hayallerimi gerçekleştiren... ne kadar da önemli bir boşluğu doldurmuş ve açlığı bastırmıştın... sen bile bilemezsin... ben bile yeni yeni farkına varıyorum... minnettarlığımı gösteremedim sana belki gösteremeyeceğim ama sırf bunlar için bile katlanılır sana:) zaten kopmak ne mümkün??? bazen bana birnin "ah"ı gibi geliyorsun... hayatımda en uzun kalansın... bu kadar yoğun ve bu kadar uzun... yakınlıkla uzaklığın içiçe geçtiğisin... aslında doldurduğun boşluğu yaratanların yükünü hafiflettin ve benim nefret yükümü de... ya da hayalkırıklıklarımın sayısını azalttın... bana rağmen hem de... belki senin de hayatında boşluklar var doldurulmasını istediğin ve çocukça sevinçlerin var kursağında kalan yaşamak istediğin... ama ben canım arkadaşım :( bu konuda pek de iyi değilim... biliyorsun hayatımda en gerildiğim anlar birilerine hediye almaya kalkıştığım zamanlardır ki aslında insanları sevindirmeyi ben de seviyorum ama hep onların sevinmek yerine yermeyi sevmeleri yüzünden o bile büyük bir stres oldu hayatımda... stres... bütün sevdiğim ve hep yapmak istediğim ve hep olmak istediğim herşey gibi... en tatlı rüyamı da çevirdiler kabusa... istemiyorum eğer öyle olacaksam ben de büyüdüğümde küçüklerime, benden kopacaklara... çok da çekilecek kahır değil zaten ya... herneyse...
canım arkadaşım, sana minnettarlığımı, hayatıma kattıklarını ve nasıl da şu hayatta şimdiye kadarki EN BÜYÜK hayallerimi gerçekleştirdiğini anlatamam... ve bendeki BÜYÜK yerini... ben istemedim hiç borçlu hissetmemek için ama borçlu hissetmekten çok çok çok öte hissettiklerim ve basit bir iyilikten çok çok çok öte yaptıkların benim için... Umuyorum ki Allah'ım da sana çocuk sevinçleri yaşatsın ve umduğundan çok öte mutluluklar versin...

24 Ağustos 2009 Pazartesi

gözler ruhun penceresidir derler... gözlerin yorgun bakıyor, ruhun bu kadar mı yorgun???....

her ikisini doyasıya yaşamak varken her ikisinden de olmak...

aşksız, işsiz, hayatsız geçen bir ömür... ne kadar yazık... yanlış yerden başladık galiba... dışardan içeri girmeye çalıştık ama aslında içerden dışarı çıkmayı dilemliydik... soyutlamak bu kadar dünyevi hayattan ama cesaret edememek manevi tarafa ilerlemeye... tam arada öylece korku ve tereddütlerle ve tembellikle ateletle saplamak hayatı... yazık , günah... ama tek suçlusun sensin... O verdi herzaman istediğini... beddua ettin kendine buldun, güzel dua ettin onu da buldun... bulamadıkların aslında gerçekten yürekten istemeyi beceremediklerin... demek ki gerçekten istemedin... hep istedin ama GERÇEKTEN istemedin... hani yürekten taa derinden kararlılıkla istemedin... istemeyi beceremedin... hissedemedin... tam ortada kendini ne oraya ne de buraya taraf edemedin... her ikisini doyasıya yaşamak varken, her ikisinden ettin kendini...

mümkünse yorumlarını kendine sakla... zaten iklimi yeterince kasvetli olan birine tavsiye edilecek en son okunası öykü bu.... nefret ettim hem de çok... öyküden de onu tavsiye eden senden de....

26 Haziran 2009 Cuma

birtek hatalı o değilki... senin de farksız yanlışların... ama görmüyorsun... ne kadar sabit ve aslında ne kadar da tipik sığ biri... bir "erkek"... böyle mi geçecek ömür hep didişmek hep inatlaşmakla... hep muhafazakarlıklar, hep tartışmalar, senin ak dediğine o beyaz diyecek ve aslında aynı şey üzerinde hem de aynı şeyi söylerken kavga etmekle tartışmakla ve hatta aşağılamalarla mı geçecek.... yoksa bana mı denk geliyor hep...
korkuyorum be canım... senin de mutsuz olmandan korkuyorum... üstelik sende aşkı da hissetmiyorum... ama belki de senin sevebilme kapasiten de bu kadar... aslında bu keskin mantığını ve inadını kıracak şaşırtacak aşık hallerini de görmek istiyorum senin:) ama mutlu olmanı hem de çok... bilmiyorum ne devam et derim sana da ne de dur... ama endişelerimi paylaşmak isterim... dışardan bakan bir çift gözün faydası olur her zaman... umarım...

korkularıyla yaşamak bilincin....

ne tuhaf korkularıyla yaşıyor olmak bilincin... kendimi km göstergesine bakarken buluyorum hız yapan şoförlerin ve içimi garip korku ile karışık şaşkınlık kaplıyor "wayy nasıl da korkmadan bu kadar hızlanabiliyor"... yine duyduğum, gördüğüm, hissettiğim herkeste herşeyde her öyküde insanların nasıl da korkmadan karar aldıklarını ve her seferinde nasıl da doğruları tutturduklarını gördüğmde yine aynı dehşete kapılmış halde yakalıyorum kendimi "waovv nasıl da korkmadan verdi kararını, nasıl bir kararlılık ve hem de yine doğru karardı verdiği"... kendimi yakıldığım her dehşete kapılmış anım korku ile karışık hayranlık uyandırıcı şaşkınlık hissi... saplanmış korkularımı ifade ediyor ve ben aslında her farklı olayda her farklı kişide her farklı öyküde hep aynı sahneye saplanmış görüyorum kendimi... nasıl bir korku ki bu??? kurtuluşu mümkün mü? işe km göstergelerine bakmamakla başladım arabaların... bıraktım artık.... kendiminkine de bakmıyorum... düşünmek istemiyorum çünkü... düşünmeye başladığımda yaşamayı bıraktığımı anlıyorum. yaşayabilmek için düşünmemem lazım. düşünmeye başlayarak uyandırmamam lazım... hayatın akışına kaptırmışken kendimi düşünerek uyandırarak frenine basmamam lazım... hayatın...
kendimin ne olduğunu düşünmeyi bıraktığımda, sadece kendime odaklandığımda ve sadece ben olduğumda aslında ne kadar mutlu olduğumu ve herşeyin nasıl da yolunda gittiğini farkettim... ve once I did it. başarmıştım... korkularımdan, kendimi konumlandırma telaşımdan, operasyonel şeylere takılmaktan alıkoymalıyım kendimi... tatlım herşey öğreniliyor... biliyorsun sen de herşey öğrenilebilir. bunlar geçecek acemilikler bitecek yeterki sen sabırlı ol... takılma sakın, korkusu acemiliğin saplamasın seni ilk adıma... sen sev kendini yeterki... gerisi geliyor tatlım... merak etme....
merak ediyorum, kafamdaki surların dışına bıraktığım ve aslında çok da yakın olmam gerekenlerini tekrar içeri alabilecek miyim? duvarlar kırılabilecek mi??? yoksa böyle başladı böyle mi gidecek??? aslında hemen şimdi şu an koparıp bağlarını kendinin ve etrafındakilerin saçmalıklarının sebep olduklarının... yıkmalısın şu duvarlarını hemen şimdi...
ya bu kalp çarpıntıları ve baş ağrıları... hep midemin öldüreceğini düşünürdüm kendimi ama beyin kanamasından ya da kalp krizinden gideceğim galiba...
Allah'ım sana emanet ediyorum kendimi, bir "Ol" demene bakıyor herşey... bütün huzurum, sağlığım, sıhhatim, mutluluğum, muvafakkiyetim, ve sana yönelmem... ne olur ...

gidecek yerim olsaydı giderdim...
kapını aç ne olur....
kapını çalan benim...

9 Mayıs 2009 Cumartesi

bitti...

son masalında yakaladım seni... giderken gördüm,sırtını dönmüş yürümeye başlamıştın bile ve ben sadece o son bakışını yakalayabilmiştim bu son masalınla... belki de sadece hoşçakal diyebilmek için rastlatılmıştın bana... herneyse bir kaç kelime yaz dedin ve ben de yazdım işte... hep sevgi dolu olsun yüreğin... görüşmek üzere demiyorum çünkü sen döndüğünde ben burada olmayacağım... başka rastlantılara yol almış olacağım... ama dünya küçük diyorsan ve yine bulurum seni ya da buldururum kendimi sana diyorsan o başka... sevgiyle kal...

7 Mayıs 2009 Perşembe

yine dolunay ve ben yine ağladım ve sen yine yoktun... biri basiretimi çözsün... plssss....

yine dolunay ve ben yine ağladım ve sen yine yoktun... ben bir an özledim... ama yarına birşeyim kalmaz... bir sonraki dolunaya kadar...

offf offf... ağlamak ne büyük lutuf verilen... tutmasa da özlenen eski bir yarenin yerini... bir de yarasaydı basireti çözmeye??? yemezdik de yatardık yanında... olacak olacak adam olacak edecem adam beni... hani düşünce bir kalabalığın önünde yine de arkana bakmazsın umut ederek kimsenin düştüğünü görmediğini... öyle olmasını umut ettim bugünün... nedir güzelim seni bu hale getiren??? nedir basiretini bağlayan??? nasıl salak bir düşüncedir bu??? neden aptalca bağlarla bağlarsın elini kolunu??? hemen yeniden konumlandırmalısın kendini... yeniden programlamalı beynini... bu konuda yani... özellikle bu konuda... Allah'ım ne olur yardım et silip atmama aptalca korkularımı ve sağla doğru yargılar doğru tavırlar takınmamı... ne olur Allahım...

yine dolunay ve ben yine ağladım ve sen yine yoktun... ben bir an özledim... ama yarına birşeyim kalmaz... bir sonraki dolunaya kadar...

28 Nisan 2009 Salı

beklemedeyim...


ne yapmak lazım... soluk almadan hiç düşünmeden duraksamadan içinden geldiği gibi durmadan yürümek en güzeli... bir an bile olsa kırpınca gözlerini bir anlık tereddüt ve bir anda gerisine düşmek... peki böyle beklemek mi doğrusu yoksa biraz da ayağa kalkıp hafif bir duruş mu yapmak lazım... galiba -aslında bir an evvel başlamak ve çıkıp kendi kaderimin dizginlerini elime almak istese de ben- böyle yayıla yayıla oturmak ve beklemek ve biraz da sabretmeyi öğrenmek güzel... devamı gelmiyor... to be continue... :s

ne yazık inanmadığın halde söyleyememek...


ne kadar yazık... inanmadığım halde söyleyemiyorum size ve gerçekten endişelenmeme rağmen... bilmiyorum burdan bakılınca pek de anlaştığınızı göremiyorum... ve üzülüyorum... hem de çok çünkü o çok yıpranıyor. ve sense bu ilk tamam ama son mu? yani gerçekten bunca zaman beklediğin insan, aşk evleneceğin adam bu mu? emin misin? anlaşamıyorsunuz işte görmüyor musunuz? siyah ile beyaz kadar farklısınız birbirinizden farketmiyor musunuz? demek istiyorum be güzelim ama korkuyorum... yanlış birşeylere sebep olmaktan korkuyorum... hoş desem de herkes illaki kendi bildiğini okuyor ve ısrarla onu yapıyor... daha önce denemiştim çünkü... durdurmaya çalışmıştım ama olmadı... hep yeterince güçlü mü olamadım diyorum sonra kızıyorum kendime... uff bütün bildiğim korkularım ikinizin evlenip de büyük hayalkırıklıkları yaşamanızla alakalı... korkuyorum aslında yıprandığınız bir evlilik yapmanızdan... ikiniz de ayrı ayrı harika insanlarsanız ama farklısınız işte... şimdi bile bu kadar tartışma ve kavga varken ve hep iteleyerek gidiyorken herşey hep senin itelemenle yürüyorken... sonra ne olacak? yarın evlendiğinizde nasıl olacak sanıyorsun? ben hiç iyiye gittiğini görmedim be güzelim... ve yoruldum... kalbim acıyor artık sevdiklerimin hayalkırıklıklarına öylece tanık olmalara... sevgi asla yetmiyor ki tek başına... ben çekip gitmeyi ya da hiç başlamamayı tercih ettim... huzur asıl önemli olan... huzur varsa sevgi de baki kalıyor saygı da güven de... ama huzur yoksa aslında o ilişkide sevginin saygının ve güvenin varlığından şüphe etmeli... bazen anlık hisler basiret bağlar ama tutup sarsmalı mı iyice... yani buna hakkım var mı??? yoksa göze alıp kötü polisi mi oynamalı... neyse sonunda herkes kendi kaderini yaşıyor...




22 Nisan 2009 Çarşamba

her ayrılık bir başlangıç bu gidişle sonum olmaz!!!

özlemişim sana yazmayı... nasıl da zaman geçmiş uzun uzun... mutluyum o yüzden uğramadım çoktandır :) ama yine de yazmaya devam edeceğim... ama çok derin olmak istemiyorum... kaybolmak istemiyorum çözümlemelerimde... sorgulamalar can sıkıyor ve olumsuzluğa çekiyor... o yüzden kuantum yapacağız... yani heppppp pozitifff düşüneceğiz... evrene heppp mutlu pozitif mesajlar göndereceğiz ki hayat sana mutluluğu versin.... :)

22 Şubat 2009 Pazar

sana yazmayı unutmak, ağlamayı unutmak gibi bişey...

hergece usanmadan sabahlara kadar ağlamalardan sonra uzun bir süre ağlanmayınca, en son ne zaman ağladığını unutunca... garip... işte yazmayı unutmak da böyle birşey... unutmak değil aslında sadece yazmamak... en azından bu işlerin iyiye gittiğini gösterir... ya da herşeyin bittiğini...

Sorry seems to be the hardest word....
(to me...)
What have I got to do to make you love me
What have I got to do to make you care
What do I do when lightning strikes me
And I wake to find that you're not there

What do I do to make you want me

What have I got to do to be heard
What do I say when it's all over
And sorry seems to be the hardest word

It's sad, so sad

It's a sad, sad situation
And it's getting more and more absurd
It's sad, so sad
Why can't we talk it over
Oh it seems to me
That sorry seems to be the hardest word

What do I do to make you love me

What have I got to do to be heard
What do I do when lightning strikes me
What have I got to do
What have I got to do
When sorry seems to be the hardest word

21 Ocak 2009 Çarşamba

eskilerden... çoookkkk....

Gecenin sessizliği Ölüm çığlığı gibi çınlıyor kulaklarımda
Mavinin esrarengizliği Tüm gücüyle çekiyor bedenimi derinliklerinde
Arkdamdan bir çift el gibi dipsizliğe itiyor serin bir meltem
Sana yer yok bu dünyada der gibiler
Doğanın ölümsüz güzellikleri....

20 Ocak 2009 Salı

cn olmdn dm çrpn grplr ülks...

güler misin ağlar mısın canım yaa??? neden bu kadar canını sıkmasına izin veriyorsunki??? cn olmadan adam çrpmy klkn grplr ülksinde yaşamak zorunda değilsinki zaten... çok şükür ki muhtaç değilsin... ki olsan ne olur??? ölümden öte köy yok... ve Allah zaten bütün muhtaç olduğun... sebeplere takılıp kalma sakın... üç tane küçük beyinlinin seni bu kadar üzmesine ve midene bu kadar zarar vermelerine nasıl izin verirsin.. ama hani eğer içine doğanlar doğruysa helal etme hakkımı... dilerim dünya günüyle üç gün boyunca, sadece birer dünya saniyesi ile bu üç küçük beyinlinin midesine cehennem ateşi düşürülsün... Yaradandan... tövbe tövbe... olsa gerek bu yaşananların bir hikmeti... takılmamak gerektiğini bile bile küçük iradesiz sebeplere.... ah etmekten alamıyorsan kendini... belki de daha gidecek yolun uzun demektir...
Allah hayır etsin sonunu... bu küçük beyinli üç böceği de Ona havale et... umarım yanılıyorsundur ve sadece gereksiz alınganlık hassaslıktır bu yaptığın... yoksa... yapacak bişey yok... dua edip hikmetini göstermesi için yoluna devam edeceksin...
ne acı... konuşamamak... paylaşamamak.... "ya saçmalama sen kendini biliyorsun, seni bilen biliyor, hem belki de sen hassaslık yapıyorsun, ya da gerçekten bu ise kastettikleri, salla gitsin" diyecek birinin olmaması... anlatamamak... :(

12 Ocak 2009 Pazartesi

seviyorum böyle tezatlıkları

özdemir asaf

birtek onun şiirlerini severim ben

sana bahsetmis miydim

adamını kafası da benim gibi çünkü...
severken dövenlerden....
gelirken gidenlerden...

giderken gelenlerden
döverken sevenlerden

yani garip ,
anladığını sanırsın anlamazsın
anlamadığını düşünürsün ama anladığını farkedersin

seviyorum böyle tezatlıkları yani

içiçe girmiş tezat kavramları

eğlenceli geliyor

sonuçta sallanmak ama
istikrarlı ve tutarlı bir denge değişimi söz konusu

bir bilmece gibi

herşey şimdi başlar ve şimdi biter... present (armağan = şimdi)



düştüm ve dizlerimi kanattım... çok acıdı... gençliğin verdiği heyecanla o kadar hızlı koştum, deli gibi koştum durmadan... yapabileceğimi sandım, bana birşey olmazdı... ama düştüm işte... ve ayağa kalkmam biraz zaman aldı... hala zaman alıyor... düşerken sadece dizlerimi değil özgüvenimi de kanattım... aktı gitti... geriye az birşey kaldı... şimdi ayağa kalkıp son bir kuvvetle derinlerde kalan o az bi güvenle, yaşamak mecburiyetiyle tekrar yürümeyi deneyeceğim... kanayan yaralarıma aldırmadan... nasılsa dinecekler ve kabuk bağlayacaklar... izleri kalacak belki ama iyileşecekler... ben sadece çok daha yavaş çok daha temkinli bir şekilde yürümeye çalışacağım... yürüyeceğim bile diyemiyorum... o kadar derin bu korku... ne acı... koşmayacağım biliyorum... çünkü ulaşmayı hedeflediğim bir yer yok, dolayısıyla hedefe ulaşmanın vereceği mutluluğu tahmin etmek yok, ona ulaşmak için önüme bakmadan deli gibi oraya, zirveye, havaya bakarak koşmak yok... şu anda attığım her adımı yaşamak var planlarımda... her anın tadını çıkarmak, doyasıya... şu anda mutlu olmak... heryer karanlık.... farları ile ben önündeki 10metreyi aydınlatan bir araba gibi ülkenin bir ucundan bir ucuna gideceğim... sonunu görmeye çalışmadan... andan kopmadan, yarına bu kadar kapılmadan, ve mutluluğun hayalini hissetmekten vazeçip gerçekten mutlu olarak...

ne güzel bütün cümlelerimin içinde "şimdi" var artık... "yarın"ı çıkarmayı başardım en sonunda... sanırım öğenmeye başladım... çünkü herşey şimdi başlar ve şimdi biter... başladığında da bittiğinde de içinde bulunduğun an "şimdi"dir.... present is the best present ever given... şimdi verilen en büyük armağan bize...

az kaldı az... galiba başlangıcın çok yakınındayım...

sen ve güzel bişey

kaba saba kendini beğenmiş ben güçlüüm ben bilirim ben yaparım kimsye ihtiyacım yok ben bana yeterim

böyle biri

sen ve güzel bişey

:))))))))))))))))))))) (doğru söze ne denirki???)

11 Ocak 2009 Pazar

A.S. Pushkin (from me)

"Mutluluğunuz sizin, benim aşkımdadır,
Dinleyin beni, ben dilersem eğer, siz
Benimle bir olabilirsiniz.
İhtiras alışverişine kim giriyor, kim?
Aşkımı satıyorum ben,
Hayatı pahasına bir gecemi benim
Söyleyin, kim satın alacak içinizden?"

yine dolunay ve yine ben...

bilirim dinlemezsin söz ama şu ben güçlüyümden vazgeç...
değilsin, güçlü adam savaşır ve kazanır... sen hep kaçıyorsun...

memleket gözlüm... 2me

Ben içine hapsolmuş çekirdeğinim senin
Hapiste günler ağır geçer diyorlar
Olsun be ben vazgeçtim hürriyetimden
Yeter ki yetim bir çocuk gibi bırakma yüreğimi
Zira sensiz bu can bir yüktür yüreğime
Kaldır öpülesi alnını ve bak bana
Gördün mü gülüm bir tek gözlerim değişmedi yine
Bir tek gözlerim

Benim en büyük kudretim
Senin sahiden şehrimde olduğunu bilmek

9 Ocak 2009 Cuma

zizu1912'den... thnx...

gülüşünü kaybeder insan..cocukluğu da ardında kalır ama düşler gitmez hiçbir yere.düşler herşeyi yaşatandır...Yağmur at kuyruğu gibi iniyordu! (Yaşar Kemal)

Follow these six rules as you write... natalie goldberg...

Follow these six rules as you write:

1 Keep your hand moving. (Don’t pause to reread the line you have just written. That’s stalling and trying to get control of what you’re saying. Don’t stop until the time is up.)

2 Don’t cross out. (That is editing as you write. Even if you write something you didn’t mean to write, leave it. Don’t backspace.)

3 Don’t worry about spelling, punctuation, grammar. (Don’t even care about staying within the margins and lines on the page.)

4 Lose control.

5 Don’t think. Don’t get logical.

6 Go for the jugular. (If something comes up in your writing that is scary or naked, dive right into it. It probably has lots of energy.)

Writing practices are raw, wild, and free flowing. The aim is to burn through to first thoughts. There is no good or bad with Writing Practice. It is what it is. Most importantly, Writing Practice keeps us in the practice of writing. It serves as the most basic approach to any writing we do, including finished pieces.

Pick up your favorite pen. It should be a fast-writing pen. Grab a spiral notebook. Nothing fancy. Or, if you prefer, use your keyboard.

Select a Writing Topic. Set a time limit. Ten minutes works well to begin. We’ve noticed we tend to go deeper with our writing when we write even longer.

The timed aspect of writing is important. Whatever amount of time you choose, you must commit yourself to it for the full time. Set an intention - 10 minutes, 20 minutes, half an hour. Then, Go!

http://link.brightcove.com/services/link/bcpid1315753333/bctid1431497737

natalie goldberg.... writing practices...

When I’m writing it takes all of me. I mean every single cell.
When I’m really writing it takes every cell in my body, total concentration,
and my whole life is in it. My whole life is on the line.

When I’m painting, I’m whistling, I’m playing music, I’m just happy.
The predominant emotion is happiness. With writing there isn’t any predominant emotion.
My whole life is distilled into that task. And I give my life over into the tip of that task.
I want to say my whole life is distilled into god — if god is everything.

http://redravine.wordpress.com/2008/05/13/interview-with-author-and-artist-natalie-goldberg/

pablo neruda... ode to things.... Oda a las cosas...

I love
allthings,
not because
they are
passionate
or sweet-smelling
but because,
I don’t know,
because
this ocean is yours,
and mine

Don't call it Gaza, It's Palestine


Jan 7, 2009The ultimate Israeli objective in Southern Palestine is to create a neutralized "Gazan" regime that is geographically and politically separate from the regime in the West Bank. It has always been part of Israel's strategy to split the Palestinian people into West Bankers and Gazans. Since the starting of the First Intifada in 1987 Israel looked for ways to split the cohesiveness of the Palestinian people. I doubt if at that time their intention was to create two geographically and politically separate groups of Palestinians, but it looks like Israel is about to harvest the fruits of many years of planting and replanting.Incidentally, I remember Western Media as well as Arab Media talking about the two million dollars that the US was sending FATAH, the party of Mahmuod Abbas to use for campaigning at the same time that Hamas was getting millions of dollars from states that were friendly with Israel and others which were not, such as Iran. This fact was ignored by the media. On the contrary even Western Media was talking about the positive aspects of Hamas social programs, meaning schools and hospitals while at the same time "exposing" the "corruption" of FATAH " fat cats". Why?America and Israel were aware of Hamas' challenge to FATAH and did nothing to stop it. The Palestinians did not need to have an election at that time. If Israel and the US were so concerned about the Palestinian people they would have worked for the establishment of a Palestinian State and made sure that a friendly regime was in place. The ironic thing that the U.S. and Israel did was to "help" Hamas get into a power position and immediately they opposed it. They opposed a situation that they helped create. Why?Hamas won the election on January 25, 2006, but in 2005 an Israeli General who warned that Hamas was arming the public to overthrow Fatah was reprimanded. Why would Hamas be allowed to arm itself and enter an election? Why?On June 14 Hamas took over the control of Gaza after overthrowing Fatah leadership and security apparatus as Israel stood on the side line and watched as one of its main objectives was finally coming into reality, two separate Palestinian entities opposed to each other creating two regimes to mirror the two spectrums of the Arab regimes in the area. Israel could have stopped Hamas take over with one F-16 sortie or even an Apache, but chose not to. Why? With Hamas take over the Palestinians finally came around to exactly where Israel wanted them to be. Geographically, politically, socially, and otherwise different from their brethren in to the north.Today, we see Western Media, Arab Media, Palestinian Media, World governments and their people including Arab Governments and their people calling it nothing but "Gaza" and the Palestinians there as "Gazans". "FREE GAZA" we now say, not "free Palestine". That is exactly what Israel wants, for the world to start calling that Palestinian territory, Gaza. Palestine is in Ramallah, Gaza is in Gaza. There are Palestinians, and there are Gazans, just like there are Iraqis and Kuwaitis, Syrians and Lebanese, Egyptians and Sudanese, etc etc... It looks like Strategy For Israel In the Nineteen Eighties also known as The Zionist Plan for The Middle East is finally reaching the Palestinians after visiting Iraq and Sudan.Israel did not "get" Hamas all the way here to destroy it, no, but it wants to disarm it just as the U.S did with Saddam and his scuds, Israel want all Hamas heavy guns destroyed for now, until the time comes when Hamas is no longer needed just like Saddam. In my opinion it is not in Israel's favor to eliminate Hamas at this time, on the contrary, it is in its favor to allow Hamas to become a stronger political organization equally accepted in the Arab world as well as in the World just as another regime in the Middle East, like the Hashemites in Jordan, Ba'ath in Syria, Fatah in Ramallah. Its not Hamas rockets that Israel is after, but rather the wholesale liquidation of the Palestinian problem.Does it have to happen like that? Of course not but it seems that all parties involved ,with no exceptions, find themselves in a position without any other alternatives but to continue with this separation. The ball is in the people's court now. Maybe that is why Israel is targeting the people.

A.S. Pushkin (to me)

I loved you once: perhaps that love has yet
To die down thoroughly within my soul;
But let it not dismay you any longer;
I have no wish to cause you any sorrow.
I loved you wordlessly, without a hope,
By shyness tortured, or by jealousy.
I loved you with such tenderness and candor
And pray God grants you to be loved that way again

7 Ocak 2009 Çarşamba

Everytime - Lincoln Hawk (to me)

Every time you walk away or run away
You take a piece of me with you there

Oh it seems I'm walking right to your door
With my heart still resting, looking for something more
Are you ever going to see everything you mean to me?
I'm trying really hard to believe
Nothing feels right when left here on my own
Left last night It seemed like way too long
Are you ever going to see everything you mean to me?
I'm trying really hard to believe

Every time you walk away or run away
You take a piece of me with you there

Come back to me
Smile and you'll make my life complete

5 Ocak 2009 Pazartesi

etmiyorum eywallah...

Güvenmek istedim kendime,
Fırsatım vardı olmadı
Birazcık şahlansam yakıştırılmadı
Tatmin oldular

Elden bir şey gelir mi
Kıymet bildiklerim gibi
Benim de bilinir mi
Sen haklıydın her zaman… annem gibi

Haksızlığı da koydum bavula
Yalnızlığı da aldım yanıma
Teşekkür ettim her şey adına
Gidiyorum gidiyorum ama bitmiyorum

Haksızlığı da koydum bavula
Yalnızlığı da aldım yanıma
Teşekkür ettim her şey adına
Gidiyorum gidiyorum ama etmiyorum…
Eyvallah!!!

diri diri gömmek hayata...

ben geleceğime bağlanmıştım... hep mutluluk gelecekti... geçmişimin içine etmiştin zaten... an'larımın tadını çıkarmama izin yoktu asla... ne zaman mutluluktan biraz olsun havalara uçmak istediysem tepeme indi balyoz gibi bakışlar ve ok gibi saplandı içime... bet sözlerin... ne geçmişim ne geleceğim ne şimdim... hepsinin içine ettin ya... sen nasıl bir karabasansın anlamadımki... bütün hayatımın üstüne, bütün zamanlarımın üstüne konan... kurtuluşu var mı??? yani kurtulmak gibi bir alternatif var mı yoksa bu mudur? yani benim de hayatım bundan mı ibarettir??? kısırlaştırılmış bir ruh ile tatmadan hissetmeden hayatı, güzellikleri, böyle mi bir yerlerde son bulacak hayat... yaşarsın sen de şimdi isyanlarını beyninde... biliyorsun benim -sayende- kendimi hayatın sonuna getirdiğimi... kaybolan benim kaybedecek hiçbirşeyimin olmadığını biliyorsun... senden öğrendiğim gibi yıkacağımı... savuracağımı ... ama... sen de gördün sen de biliyorsun... gözüm görmez dünyayı umurumda değilsin ve hiçkimse de değil bundan sonra... bundan uzun zamandan önceden beridir bu böyle... keşke surh'u üflesen de kopartsak şu kıyameti... hem sen... hem kaybolan ben.... ama sen sonundasın ya... iskambil kağıtlarından örülü hayatın, yıkılmaması için sen kork... benim kaybedecek birşeyim yok benim iskambil kağıtlarından örülü bir evim bile yok... hoş seninki gibi bir hayat olmasın da zaten, istemez...

yazık yaa... senin yüzünden şu dünyaya bir çocuk getirmekten bile korkuyorum... hoş o çocuk hiç doğmayacak zaten... kendimi kurtaramadım sen olup çıkmaktan... ama onu kurtaracağım... yazık... ölü bir çocuk doğurmak ve onu hayatta ölüme mahkum etmek... diri diri hayata gömmek bir çocuğu...nasıl bir işkencedir yarabbim...


yaşarsın şimdi sen de isyanlarını beyninde... tek bir laf ve kopsun kıyamet...

acıya kaşarlandık...

aslında anlıyorum seni... senin de beklentilerin var dostluktan... ama şartlı ve beklentili olursa eğer dostluk olmazki... anlarım konuşmak istememeni... "bir dost"tan beklentilerin karşılanmıyorsa çekip gitmelisin elbet... zaten benim de hep söylediğim gibi... ben git'melerden yorulduğum için ve artık nasırlaşmışlıktan acıyı hissetmemeyi öğrendiğim için 'gidiyorum' demiyorum... ve sana ve herkese söylediğimi söylüyorum.... "take it or leave it", çok basit bir seçim yapabilirsin... benim düşüncelerim bunlar, asla yargılamak yok ve asla önyargı yok... ama sen kendini tanıyamıyorsun artık.... sen "boşluğun" farkında değilsin... olduğunu sandığın sen ile olan sen arasındaki boşluğun farkında değilsin... ve sana "önyargı" dediğin söylemlerle geldiğimizde kudurdun... "beni yargılıyorsunuz ve bana karşı önyargılısınız" dediğinde ise beni kudurttun... ben ki "HAŞA" asla kimseyi ne yargılarım ne sorgularım... insanoğluyuz bilirim... hepimizde nefis de vardır etrafımızda şeytan vardır ve doğrudan saptıracak binlerce koşullar örer hayat etrafımıza hergün... "kınamaki kınanma, yargılamaki yargılanma" ne haddime düşer benim kişileri karakterleri yargılamak... fikrimi soran dostlara bile sadece "ben olsam böyle yapardım belki" demekle yetinirken ben ve asla "böyle yap, şöyle yapma" demeyen ve bundan ateşten sakınır gibi sakınan ben seni neden yargılarımki... neden sorgularım... ben sadece bana karşı tavırlarına müdahale edebilirim etrafımdakilerin en fazla... ve samimiyetimle de kusurlarmı ve özürlerimi gösterir olduğum gibi kabullenmelerini isterim dostlarımın... bana rağmen beni seven gerçek yarenlerimizle hep yüreğimizde ve yanımızdadır... varsa sevmeyenlerimiz ise kendi yollarında... hepsi için de sonsuz dualarımızı ederiz Rabbimize, iyilikler güzellikler ihsan etsin diye.... ama bütün yapabileceğim bu... keşke sen de bunu yapabilseydin.... ve bana karşı herdaim gösterdiğin hassassiyete minnetarım ama keşke bunları ben olduğum için ve sadece bana değil de sen olduğun için ve sana yakıştığın için yapmış olsaydın... sana"üzülme boşver" bile demek gelmiyo içimden, seni biraz olsun rahatlatacak bir çift sözü yazmak için uzanmıyor elim telefona... belki de ihtiyacın bile yok... sadece benim hassasiyetim... umarım öyledir çünkü yazmayacağım sana...
dedim ya sana benim zaten canım burnumda... dedim ya sana benim zaten takatim kalmadı canımın sıkılmalarına... nasırlaşmış dedim belki de acıya kaşarlandık demek daha doğruydu... en komiği de başkaları ile ilişkilerindi sebebi tartışmaların... ama seni tanımamı sağladığı için de minnettarım... yalan birine dost demişim... ki ben inanmıştım... ki ben hala salaklık derecesinde saflıkla inanıyorum...
Allah yolunu açık etsin inşallah... ve önce Kendisini sonra da kendini buldursun sana insallah....

1 Ocak 2009 Perşembe

acı gerçekti, mutluluk ise aptal bir hayal....


galiba hayatım boyunca acıyı gerçek mutluluğu da hayal olarak gördüm...
belki de o yüzden hayatım boyunca hiç hayal kurmadım... hayal aptallıktı...
mutlulugun hayalini kurmak ise aptallığın en dibiydi... o yüzden düşüncelerimde
bile kendimi acıya inadırmak daha kolay oldu... hayali acı ile gerçek gözyaşları
dökmek alışkanlık oldu.... zaten hep beynimde yaşadım isyanlarımı, hep içimden
savurdum küfürlerimi bile... hiç duymadın... zehiri yine içime aktı... anladım o yüzden
bu denli derin boşluk düşüncemdeki ben ile fiiliyattaki ben... çünkü isyanları
kavgaları beyninde eden ben, olgunluk efendilik erdem adına dışarıya sustu...
suskun yüzümdü görünen.. Senin Rızan diye kandırması da kendimi cabası... olsun yine de
merhameti bol olan Sen, belki de gerçekten kabul eder, gerçekten razı olursun susmalarımdan...
zaten başka da kıymet bileni olmaz.....

düşüncelerimde bile senin öğretilerinle yön verirken hayatıma yakaladım kendimi...
yeniden programlamak mümkün müydü acaba kişiliğimi ve beynimin düşünme
şeklini, yoksa hayatım boyunca mahkum mu kalacaktım bu yanlışa, hayatımdan hayat
kendimden beni çalan sana... gitmek çözüm olur mu??? ki aslında çok daha toyken denemiştim
işe yaramadığını görmüştüm gitmelerin... yanımda götürdüğüm çünkü senin zehirinle erimiş bir beyin, bir ben, kayıp ezik bugünlerin, zamanelerin deyimiyle.....

mutlu bir yıl diliyorum tatlım sana... şu bozuk gen'ini tamir ettiğin ya da tamamen koparıp attığın yok ettiğin bir sene diliyorum güzelim....

yepyeni bir senede küllerinden doğan yepyeni bir ben olmayı başarman dileklerimle...
mutlu yıllar....